27 Kasım 2011 Pazar

Sorular, sorunlar ve 'Plasebo etkisi'. Sipariş üzerine bir yazı :)...

İnsanoğlunun ne soruları biter kolay kolay ne de sorunları çünkü insanoğlu her sorunun 'kaynağı'... Ama biraz kurcalamaktan ne zarar gelir? Sevgili Ali İsmet'in benim 'Sizin sorununuz nedir?' başlıklı yazıma yaptığı yorum ve yazı talebi de işte bu kurcalamaya vesile oldu. Bakalım beklediği gibi bir yazı olacak mı?

Sorular, sorunlar ve 'Plasebo etkisi'

Peki sorun kendini bilebilmek mi?
Bence sorun hiçbir zaman 'kendini bilmek' olmadı, olamaz... çünkü kendini bilmek, neyi yapıp neyi yapamayacağını, neyi yapman neyi yapmaman gerektiğini de bilmektir. Kendini bilenin işi de bilmeyenlere oranla çok daha kolaydır haliyle.

Ama... -zaman zaman güzel cümlelerin ardından bir tane gelir ve bu da o 'ama'lardan biri- bilmek başka bir şeydir, yapabilmek başka bir şey. Kendini tanıdığın halde doğru olduğunu bildiğin şeyleri yapmıyor, yapamıyor, uçurumu göre göre, büyülenmiş gibi adım adım ona doğru ilerliyorsan, evet... kendini bilebilmek -kendin veya başkaları için- iyi şeyler yapmaya yetmeyebilir ve işte o zaman 'bu bir sorundur'.

Ruhlar ne ile beslenir?
Bence ruh, her şeyden beslenir. Sen ne ile beslemeyi seçiyorsan; onunla beslersin. Burada gözden kaçmaması gereken asıl noktanın ise gün gelip o besinlerin seni değiştirip, dönüştüreceğini unutmamak olduğuna inanıyorum. Uzakdoğu inanışlarından birisi 'NE YERSEN, O'SUNDUR' der ve bunu ruhlarımıza sunduğumuz gıdalara da aynen uygulayabiliriz bence.

Doğuştan gelen kişilik yapısını, bazı şeyleri yapma isteğimizin, diğer şeyleri yapma isteklerimizden daha güçlü olduğunu inkar edemem tabii ki ama gerçekten istemenin ve kararlılıkla gayret etmenin; kişinin yapısı, davranışları, seçimleri v.s. birçok şeyi değiştirebileceğini kendimden de başka örneklerden de biliyorum.
Kolay mı? Asla... Mümkün mü? Kesinlikle...

"Benim ruhum neden besleniyor?" sorusunu kendime sorduğumda da yanıt aynı: "Her şeyden" ama "Neyle beslemeye gayret ediyorum?" sorusu ayrı bir konu.

Gelen sorular üzerinden gideyim...

Kavgadan mı?Asla

Faydalı olmaktan mı?
Evet, bu da bir tanesi.

Başarıdan mı?Göreceli bir kavram. 'Başarı'ya yüklediğimiz anlam nedir? Bana göre elinden gelenin en iyisini yapmak ve sonuç ne olursa olsun, mücadeleye devam etmektir. Bunu yapabilen herkesi başarılı görürüm.

Diğer anlamı nedir? Ödül almak, yaptığın işte zirveye oynamak veya çok para kazanmak mı? Bunlar da kötü şeyler değil ama gerekli şeyler 'hiç değil'.

Ait olmak mı?Evet. İyi bir aileye, iyi bir hayat arkadaşına, iyi bir arkadaş grubuna...

Fark edilmek mi?
Zaman zaman... Egom şişkin değildir ama sıfır olduğunu da sanmam :).

Takdir edilmek mi?
'İhtiyaç' duyduğumu sanmıyorum çünkü kendimden memnunum ama evet, hoş olur...

'Ret' olabilir mi?
Sanmam... Hiçbir anlamda iyi şeyler düşündürmüyor. Her anlamda 'kabul' daha yakın olduğum bir kavram. Her şey Allah'tan olduğuna göre, hayatın karşımıza çıkardığı sorunlarla ilgili tek seçeneğimiz de 'kabul etmek'tir bana göre... Tüm sorunlardan kurtulmayı denemeli ama sonucu kabullenmeliyiz...

Ölümsüzlük özlemi mi?
Hiç fena olmazdıııı... Eskiden korkmazdım ama artık ölmekten korkuyorum :(...

Keşif mi?
Eveeet =). Kesinlikle... İyi anlamda her türlü keşif heyecan vericidir, yenileyicidir, büyüleyicidir. En çok da yeni sokaklar, şehirler, ülkeler, kültürler =)...

Sahip olmak mı?Neye, kime? Bir başka görece daha ama 'maddeye' sahip olma meraklısı olduğumu düşünmüyorum. Hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren şeylere belki; aile, dostluk, sevgi, aşk, mutluluk, çocuklar, güven, inanç, doğa ve hepsinin başı 'sağlık'.

Şahsa özel tasarlanmış beden ne zaman salgılar endorfin, dophamin?
Çook uzun bir konu, tek başına bir yazı konusu ama özetle soyut-somut tüm güzellikler, mutluluklar karşısında salgılar. Birisini mutlu etme anı yaklaştığında-gerçekleştiğinde veya sürpriz yapıyorsam, belki biraz daha fazla ...

40 yaş kemale erme için tesadüf müdür (peygamberlik yaşı, devlet başkanı olabilme yaşı)? Peki tek başına yaş ilerlemesi tecrübe yoksa ne işe yarar?
Bana göre tesadüf çünkü ben çok daha önce kemale erdiğime, hatta kemale ermiş olarak doğmuş olabileceğime inanıyorum. Pek mütevazi bir yaklaşım olmadı ama :)...

Kim kendini tam anlamı ile bilebilir?
Hiç kimse... Bitmeyen bir keşif bence. Tam anlamıyla bir tarafa, sadece % 50 bile bilebilse insanlar, daha ne isterlerdi?

Çoğu, çok daha fazlasını isterdi çünkü insanların istekleri, kolay bitmiyor. Soruları ve sorunları da... Neyse ki bitmeyen bir diğer şey de 'umut' ve 'iyiliğe' olan inanç. Düşünme sistemimiz, beynimiz kendi başına mucizeler yaratabiliyor. Nasıl oluyor bilmiyorum ama olduğunu biliyorum. Ağrı kesici özelliği olmayan bir ilaç içiyoruz ama sırf onun ağrı kesici olduğuna 'inandığımız' için gerçekten iyileşebiliyoruz.

Kanser hastalarına her tür olumsuzluktan uzak durulmasının tavsiye edilmesinde de aynı mantık var bence 'olumlu düşünmek'. Beyin bu tarz düşünceyi mükemmel bir ilaca dönüştürebiliyor. Hastalığın kaynağı da ilacı da kendimiziz. Ne muhteşem bir kurgu değil mi?...

Plasebo Etkisi'nden çıkıp, düşüncenin gücüne doğru yol almış olduk böylece. Şimdi de bolca Secret serpiştiriyor ve 'denemiş, sonuç almış' biri olarak diyorum kiiii; "Neye inanırsan, ona sahip olursun". Ve kendine de hayatına da "Ne ekersen, onu biçersin"...

23 Kasım 2011 Çarşamba

SİZİN SORUNUNUZ NEDİR?



Evet, size soruyorum. Gözlerinizi kocaman açıp bakmayın öyle; çok basit bir soru bu. Hiçbir derdiniz yoksa, o başka tabii. Bu durumda söylenecek tek şey “Maşallah, nazar değmesin”. Ama varsa bir derdiniz, okumaya devam ediniz…

Dikkatinizi yoğunlaştırmakta zorluk mu çekiyorsunuz örneğin? Depresif misiniz, gergin mi? Midenizde mi sorun var, kalbinizde mi yoksa sindirim sisteminizde mi? Tansiyon sorunu, migren, uykusuzluk? Kendinize pek güvenmiyorsunuz ve etkilemek istediğiniz biri var… Şansınız yok veya sık sık nazar değiyor. Endişelenmeyi bırakın öncelikle. Sorun yok… Her birinin çözümü var. Tabii ki önce tıp doktorlarından yardım alacaksınız ama şifalı özellikleri çok eskiden beri bilinen taşların enerjisi ve bu enerjinin sağladığı yararlar da hafife alınacak cinsten değil.

Kimileri inanmasa da, uydurmaca dese de, insanları kandırmaya yönelik olduğunu iddia etse veya en iyi ihtimalle kocakarı ilaçları gibi görse ve bucak bucak kaçsa da; bilimsel açıdan her maddenin bir enerjisi olduğu çoktan ispat edilmiş durumda. Kirlian tekniği ile fotoğrafları bile çekilebiliyor artık taşların. Üstelik bu bilgi yeni değil, sandığımızdan çok daha eski zamanlarda keşfedilmiş ve yüzyıllar boyunca kullanılmış. Üstelik bu topraklarda, çok özendiğimiz uzak diyarlarda değil… Öğrendiğime göre taşların kalitesi, fayda sağlayabilmesi açısından çok önemli, hatta kaçınılmaz. İnsanların çoğu piyasadaki değersiz taklitleri satın aldığı için fayda göremiyor ve haliyle, “doğru taşların” kendisine sağlık ve huzur getirebileceğine dair olan inancını da kaybediyor. Siz de onlardansınız belki, kim bilir?

Aynı şekilde renklerin ve astrolojinin insanlar üzerindeki etkisi de oldukça tartışmalı. Uzman değilim ama astroloji konusunda en sık duyduğum ve hafiften, içten içe sinir olduğum en yaygın itiraz da “Yeryüzündeki bütün insanlar 12 gruba mı ayrılıyor yani?” Hey Allahım! Tabii ki değil. Madem yüzeysel bir şeyler biliyorsunuz, bilgim yok pek ama kendimi bu konulara yakın hissetmiyorum falan deyin hiç değilse… Hem hiç kimsenin tek burcu yok, en az üç burcu var. Bu biir. Hangi burçtan hangi etkileri aldığınız doğum yerinize (ülke-meridyen v.s.), saatinize, o anda güneşin ve diğer gezegenlerin yaptığı açılara göre çok değişiyor. Bu üüüç. Siz hiç aynı burçta olup da çok benzer (ama sık rastlanmayan) özellikler sergileyen insanlara denk gelmediniz mi? Bu da üüüç. Beni kızdırmayın, sabah-akşam astrolojiden bahsederim ona göre. Bu da döööört. Oh! Rahatladım valla…

Evet… Renkler, taşlar, bitkiler, yıldızlar, gezegenler ve daha neler… Hepsi de bu sonsuz kainatın bir parçası. Siz hiç doğaya bakıp da, işe yaramayan veya birbiri ile etkileşimde olmayan bir şey gördünüz mü? Ben görmedim. Gördüğümü sandığımda da ‘sadece henüz bilmediğim’ ortaya çıktı. Kısacası, tek yapmanız gereken biraz daha açık fikirli olmak, araştırmak ve denemek. “Taşlar-otlar-yıldızlar-renkler insana ne yapabilir ki?” diyorsanız, denemekle kaybedecek bir şeyiniz olmadığını da bilirsiniz.

Öyleyse… Sizin sorununuz nedir?

Ozanay Alpkan

20 Kasım 2011 Pazar

"ÖNCE KENDİ RUHLARIMIZLA TANIŞMALIYIZ"

Ustalığı kadar etik yaklaşımı ve prensipleriyle de dikkat çekici olan ‘dövmecilerin dövmecisi’ Ruhsel Donbalak ile bedenli-ruhlu, anneli-çocuklu, felsefeli-prensipli, iğneli-renkli, dövmeli ve egosuz, bence ‘mutlaka okunmalı’ denebilecek bir röportaj…

Röportaj: Ozanay Alpkan
İlk yayın yeri: Creativ Dergim

Önce bir klişe: ne zaman başladınız ve neden dövme?
90’ların başında başladım. Ortaokulu bitirdim, daha sonra okumaya devam etmedim çünkü çok ilinti kuramadım, kendi algımla orada öğretilenler arasında. Dövme çok başka bir duruşla karşıma çıktı. Üretimle ilgili birçok meslekte rutin vardır, seri üretim vardır, bir süre sonra iyi hissetmeme hali vardır ve emek değerini de çok fazla alamazsınız. Birincisi çok zengin bir üretim kaynağıydı. Her kişi başka bir dünya ve başka talepleri vardı. Tek riski şuydu; o dönemde ‘dövmecilik’ diye bir meslek yoktu. Benim için büyük bir riskti ama yaşım küçüktü ve “En azından birkaç senemi böyle bir hayal için verebilirim” diye düşündüm. İyi de olmuş. Sadece olasılıklardan birini değerlendirdim.

Dövme bütün beklentilerinizi karşılamış gibi görünüyor…
Ama bir süre sonra beraberinde şu gelmeye başlıyor; siz ustalık olarak belli bir noktaya geliyorsunuz ama insanlar belli bir yerde kalıyorlar. O da rutine dönüşüyor bazen. Ben dövmeyi ‘insanın ruhunun bedenine yansıması’ gibi algılamıştım. Şu kısmını orada kaçırmışım; bir aksesuar ya da popüler kültürün bir parçası gibi de algılanabiliyor. Dolayısıyla birdenbire birçok kişi “Yıldız dövmesi istiyorum” diyebiliyor. Tanışmalar yok... İnsanların kendi ruhlarıyla aslında çok fazla tanışmadan hayatlarına devam ettiklerini düşünüyorum. Belki de eğitim sistemi insanları o hale getiriyor. İnsanlar 30’larından sonra kendi ruhlarıyla tanışmaya başlıyorlar. Orada da bazen çok geç kalınmış olabiliyor birçok kişi için.

Ola ki dövme sanatçısı olmasaydınız, işiniz ne olurdu?
Hiçbir fikrim yok. Yani, mutlaka bir şey yapıyor olurdum. Mutlaka her ne yapıyor olsam yine keyif alıyor olurdum. Çünkü daha maksimum bir keyif için dövmeyi talep ettim. Üretimle ilgili hiçbir şey yapmıyor olsaydım dahi yine kendi kendime hobi olarak üretiyor olurdum. Çünkü yıllar geçince şeyi fark ediyor insan, onu alıp birleştirip yeni bir şey yapmadan duramadığımı fark ettim. Tatile gidiyorum bir hafta, on gün. Orada da işte yerde iki tane çöp bulduysam birleştiriyorum, bir şeye dönüştürmeye çalışıyorum. Biraz ruhumda olan bir şey sanırım.

Birçok değerin kaynağı Asya gibi görünüyor ama elimizle Avrupa’ya, Amerika’ya teslim ediyoruz galiba hepsini…
Bedeni değiştirme bütün kültürlerde var. Çeşitli bölgelerde, çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor. Kuzeydeki Eskimolarda da var ve farklı bir yöntem uygulanmış. Uzak Asya’da da var, Avrupa’da da var. Yöntemler değişiyor, algılar değişiyor. Birisi dışlamak için dövmeyi kullanırken, birisi ait etmek için dövmeyi kullanıyor. Bakma biçimleri, vücudu kullanma biçimleri, dövme uygulama teknikleri değişiyor. Ama birçok kültürde var. Afrika’da daha çok delmeler ve kesmeler var. Kaynağı Asya. Avrupa ve Amerika oradan alıyor.

‘Başka bakma’ biçimleri her zaman keyiflendirir

Şu anda hiçbir bilimsel veriye dayanmadan kuracağım cümlemi ama bir işin kaynağı genelde tutucudur. Kuralları çok ağırdır. İster Ebru sanatı olsun, ister dövme; binlerce yıldan bugüne gelmesine sebep olan da bu kurallardır. Geleneksel bakış vardır, zenginleştirme çabası pek yoktur. Ancak dış göz onu alır, ben bunu şöyle yapabilirim deyip zenginleştirir. Ama dövmedeki en büyük gelişme, bir makinenin işin içine girmesi tabii. Makineyi de Avrupa, sanayi devriminde, 1800’lerde halletmiş, 1900’lerin başında da zaten dövme uygulaması için ilk makineler yapılmaya başlanıyor.

‘Başka bakma’ biçimleri her zaman insanları keyiflendiriyor. Mesela, biz bugün İstanbul’dayız ama çoğu zaman tadını çıkartmayız. Bir yabancı geldiği zaman ise buradan korkunç keyif alır. İçindeyken, o keyfi çok göremeyiz. Bir Avrupalı için Ebru sanatı da inanılmaz güzel, lezzetli, başka bir bakma biçimi, resim tekniği. Ona çok hoş gelir, bize sıradan...

İnsanlar genelde ne tür bir ruh haliyle dövme yaptırıyor?
Dövme bir aidiyet durumu. Son dönemde çok popülerleşti. Nüfus memuru gibi hissediyorum zaman zaman kendimi, çocuğu olan annelerin hepsi buradalar. Çocukların isimlerini yazdırıyorlar. Bu bir aidiyettir. Bağın daha da güçlenmesi için talep ediliyor. Doğru-yanlış çok tartışılabilir. Buna uzmanlar, pedagoglar karar verirler ama böyle bir durum var. İkincisi, Avrupa’da gruplar vardır, grupların aidiyet olarak sembolleri vardır, işte motorcular vardır, onların şöyle dövmeleri vardır. Türkiye’de öyle değil, bir popüler kültür uzantısı; süslenme, güzelleşme. Rihanna gibi bir kadın ensesine üç tane yıldız koyduğu zaman, birçok kadın çok beğenebiliyor veya futbolcunun ayakkabısı alınmak istenebiliyor. Bu da dünyadaki alma-satma sistemiyle de çok ilintili. Onlar aynı zamanda birer pazarlama ikonları çünkü...

“Kişinin kendisiyle temas etmesidir dövme”

Bir de biz sosyal yaratıklarız ve iletişim bizim en önemli durumlarımızdan bir tanesidir. Çoğu zaman iletişim sıkıntıları yaşarız. Bir sürü insan vardır çevremizde ama öze indiğimizde ‘dost’ diyebileceğimiz birkaç kişi çıkar. Kişinin kendisiyle temas etmesidir dövme, içindeki, ruhundaki çizgisi dışarıya çıkar. Dışa vurmak değildir aslında kendine gözükmektir. Kendi kendisiyle tanışmaktır. O en samimi halini kişi kendinde görür. Dövme çıktığı zaman dışarıya, kendini görmüş olur orada. İyi hissettirir. Bir de bedenle barıştırır.

Mesela, birçok insan 20-30-40 yıl bir bedenle yaşar ama genelde o bedenle çok fazla tanışmaz. Şey gibi, televizyonun hep ön yüzüne bakarız, arka yüzüne hiç bakmayız. Çünkü arka yüzünde ihtiyacımız olan bir şey yoktur, ön yüzündeki görüntüler işimize yarar. Ama o bir ‘araç’tır. Bedense, ‘sahip olduğumuz tek şeydir’ ve ona televizyon gibi davranmamız gerekir. Birçok kişi burnunun yerini bilir ama sırtını, omuz zanneder. Yani, bedenimizin birçok yerine ikinci, üçüncü sınıf muamelesi gösteririz ama oralara dövme geldiği zaman orayla tekrar barışma ve tanışma durumu olur.

İnsanlar en çok hangi şekli istiyor? Sizin özellikle çizmekten hoşlandığınız bir şey var mı?
Dönem dönem popüler şekiller oluyor tabii. Hepimizin etkilendiği gibi… Sadece görerek beğenilen semboller var, görüp üzerine eklemeler yapıp istenilen semboller var veya kendisinin tasarlayıp düşündüğü şeyler olabiliyor. Bu üç grup eşit ağırlıklı olarak gidiyor. Ben ‘dövme yapmayı’ seviyorum. Dövmecinin dövme yapma hazzı vardır ama egosu yoktur. Çünkü benim egom işin içine girmeye başladığında kişi için kötü bir şeyler oluyor, taşıyamayacağı bir şey üretiyorum demektir. O yüzden ben kişiyi yönlendirmem; onda olanı çıkartırız. İster minik bir yıldız yaptırsın, ister sırtını doldurtsun. Önemli olan kişinin oradaki iyi hissetme hali. Benim için bu daha önemli.

En yoğun dövme talebi hangi yaş grubundan geliyor? Sıra dışı dövme talepleri oluyor mu, ailece gelenler gibi?
Talep 15 yaşında başlıyor ama ben 18’in altına çok net bir şekilde, aile izin verse dahi yapmadığım ve birçoğu da bunu bildiği için zaten buraya pek uğramıyorlar. Ama çok talep ettiklerini biliyorum, diğer meslektaşlarımdan dolayı. Benim lezzetli bulduğum yaş grubu, 23’ten sonrakilerdir. Daha oturmuş, riski minimuma indiren kimliklerdir. Ama sanıldığı gibi sadece 18-19 yaşında gençlerin yaptırdığı bir şey değil, 35-40 yaş grubu da çok ciddi bir müşteri potansiyeli.

Sıra dışılığa gelince; dövme zaten kendisi sıra dışıdır. 20 yıldır yapınca insan şaşırmaları çok az oluyor. Sizin şaşıracağınız bir şey, ne olabilir mesela? Sandalye dövmesi veya İngiliz Anahtarı dövmesi isteyen oldu. Bu ilginç bir şey insanlar için. Dövmede her zaman mükemmellik veya estetik gerekmiyor; bu her zaman kişilerin bakış açıları ile ilgili. Buna benzer çok örnek var. Ailece gelenler de oluyor, evet. Amcasına, dayısına, annesine, babasına, kızına dövme yaptığım çok durum var. Tek bir sembol üretmiş oluyorlar böylece. Ya da üç kardeş geliyor, aynı anda hepsi o dövmeyi istiyorlar. Bana şaşırtıcı gelmiyor artık.

Dövme, insan vücudu üzerinde çalışılan bir iş sonuçta. Tıp fakültelerinde 5-6aylık kurslar verilemez mi bunun için?
Keşke… Yaklaşık 10 yıldır bir dernek kurmak için çok çaba sarf ettim. Uzun süre meslek olarak tanınmıyorduk. Sonra dernek kuruldu. Sağlık Bakanlığı’nın ilgili birimleriyle temaslara geçtik ve TESK bizi meslek olarak tanıdı ama sayımız az, oda kuramıyoruz. Çeşitli illerde, çeşitli odaların altında faaliyet gösteriyoruz. TESK de meslek standartları oluşturmak için 4-5 arkadaşımızı Ankara’ya davet etti, orada 3-4 günlük bir çalıştay oluşturuldu. Bu standartlar yavaş yavaş oluşturuluyor.

Ama yeterli mi derseniz, elbette şu an için değil. Gelişim, bireysel çabayla oluyor. Yoksa, hiçbir bilgileri olmadan bu işi yapıyor da olabilirler. Benim şahsi amacım; dövme yapan her bireyin mutlaka bilmesi gereken standart bilgilerin oluşması. Hangi bölgelere dövme yapılır, hangi bölgelere yapılmaz, deri nasıl bir yapıya sahiptir, iğnenin ne kadar derinliğe girmesi gerekir, derinin üzerinde iğne hareket ederken hangi bölgede hangi hızla yürümesi gerekir gibi... Bunlar biraz usta-çırak ilişkisi, biraz da teorik bilgiyle oluşması gereken şeyler ama ne yazık ki şu an öyle bir şey yok.

Dövme, ‘gerçekten isteniyorsa’ yapılacak bir şeydir

Benini, lekesini, vitiligolu alanı vesaire kapatmak için dövme yaptırmaya gelenler de oluyor mu hiç?
Vitiligoyu kapatmaz. Öyle bir renk yok. Çok ince, ara renk tonlardır onlar. Ben Vitiligosu olan birisinin vücudunu, bedenini, rengini o şekilde sevmesi gerektiğini söylüyorum. Bulaşıcı bir hastalık, çirkin bir görüntü değil ki. Şey daha çok oluyor bizde; bebeklikte çay dökülmüştür, bütün kolu yanmıştır örneğin. Onların üzerine dövme yaptıranlar gerçekten iyi hissedebiliyorlar. Kişide olumsuz travma yaratmış bir takım izler olabiliyor, kesikler veya ameliyat izleri gibi. Bunların izleri dövme ile çok iyi kamufle edilebiliyor ve kişinin o bölge ile barışmasına yardımcı oluyor. Orada da normal, standart bir deri olmadığı için özel iğne batırma ve gölgeleme teknikleri kullanılması gerekir. Yeterli tecrübeye sahip bir ustaya gidilmezse, çok daha çirkin görüntüler olabiliyor.

Dövme ciddi bir şeydir. Kimse dövmesiz olduğu için mutsuz olmaz, kendini eksik hissetmez, pırıl pırıl, harikulade şekilde hayatını devam ettirebilir. Yanlış ruh hali ve yanlış seçimlerle dövme yapıldığında ise mutsuz olabilir. ‘Gerçekten isteniyorsa’ yapılacak bir şeydir. O yüzden çok dikkat etsinler. 20 yıllık bir dövmeci olarak bu uyarıyı yapmak istiyorum.

Mikro ve makro kozmosun sudaki yüzü: EBRU

MİKRO VE MAKRO KOZMOSUN SUDAKİ YÜZÜ: EBRU

Mimar Sinan ve Marmara üniversitelerinin Türk El Sanatları bölümünde ‘Ebru’ dersleri veren ve biri İngilizceye çevrilmiş 9 kitabı olan Prof. Dr. Hikmet Barutçugil ile Bülbülyuvalı-Somakili, Amerikalı-Çinli, desenli ve haliyle, ‘hafiften kokulu’ bir sohbet…

Röportaj: Ozanay Alpkan
İlk yayınlanma yeri: Creativ Dergim

O.A.: Akademik geçmişinizi ve Ebru sanatı ile nasıl tanıştığınızı öğrenebilir miyiz?
H.B.: Bu aşk kalbime 1973’te düştü. Devlet Güzel Sanatlar Akademisine bağlı Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu Tekstil Bölüm öğrencisiydim. Derslerimden biri Latin alfabesi yazı dersi idi. Hocam da rahmetli Emin Baran. İlgisizlikten biraz yakınarak çeşitli hikâyelerle bu sanatlara karşı bizi özendirmeye çalışıyordu. Hatta o günlerde İstanbul Üniversitesi’nin Cümle Kapısı’nın restorasyonu yapılmıştı. Türkiye’de onu restore edecek uzman varken her ne hikmetse bulamamışlar, İspanya’dan uzman getirip o kitabeyi tamir ettirmişlerdi. Rahmetli hocam bu olaya çok kızmış ve kırılmıştı. Bunun üzerine hat sanatına başladım.

Bir gün hocama “Ben yeni yazıda bir şeyler yapıyorum, biraz da eski yazıyla bir şeyler öğrenmek istiyorum. Acaba nasıl olur?” dedim. Süleymaniye Kütüphanesi’ne gitmemi, orada çok güzel hat örnekleri olduğunu, incelemem gerektiğini söyledi. Oraya gittiğimde hat örneklerinin dışında Ebru çalışmalarını da gördüm. O zaman kadar Ebru ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Nasıl yapıldığını bilmiyordum. Tabi insan eğitim almaya başlayınca; daha bir aşkla, şevkle yaklaşıyor sanat eserlerine ve onları daha fazla ciddiye alıyor. Akademide renk bilgisi alıyorum ama baktım, işin içinden çıkamıyorum. Boya izi yok, fırça izi yok. İşte o an, bu aşk gönlüme düştü. O gün bugündür, kendi kendime bu sanatı öğrenmeye çalışıyorum.

O.A.: Ebru sanatını diğer geleneksel sanatlardan ayıran en önemli özellikleri neler?
H.B.: Geleneksel sanatları bir bütün olarak görmek lazım ama Ebru sanatı, yapılışı itibarı ile çok doğal görünümler ortaya çıkarıyor. İstesek bile, hiçbiri birbirinin aynı olmuyor. Hatta, çok benzer iki Ebru’yu yan yana sergilemek, çok büyük maharet sayılıyor. Bu hızlı gelişim, Ebru sanatının terapik özelliklerini de ortaya çıkartıyor. Bir de bu sanat, günümüzde çok büyük bir tekâmül gösterdi.

Tarih içinde; kağıt boyama, cilt ve yazı sanatına yardımcı bir sanat gibi değerlendiriliyordu. Kapakta, yan kapakta ve yazıda da bazen iç pervaz bazen de dış pervaz denilen şekilde kullanılıyordu. Günümüzde ise çok farklı bir yere geldi ve resimle, minyatürle, gravürle, fotoğrafla birleşti. Hatta daha da ileri giderek, elektronik ortamda simetrileri yapılmaya başlandı; fraktal geometrinin Ebru ile birleşimi ortaya çıktı.

Bu arada kullanım alanları da değişti. Mesela iç mimaride kullanılabilir özellikler ortaya çıktı. Bir tavan oldu, bir mobilyanın parçası oldu. Tekstil ile birleşti; perde oldu, yatak örtüsü oldu, eşarp-fular zaten oluyor kolaylıkla. Ebru’nun diğer sanatlardan farklılığı bunlar.

O.A. : Az bilinen, ilginç bir özelliği veya kullanım alanı var mı? Sanat dışında en çok kullanıldığı sektör nedir?
H.B.: Tekstil ve seramik sektörlerinde kullanılıyor. Yaptığım bazı yeniliklerle, diğer plastik sanatlar gibi çerçevelenip duvara asılabilen sanat eserleri gibi oldu. En son yaptığım yenilik, suyun yüzeyinde çizimler yaparak hikâyeler anlatan videolar. Ebru eşliğinde hikâye anlatıyoruz. Bir TV dizisinin intro bölümleri olarak başladı. Osman Sınav ile birlikte gerçekleştirdik. Ebru ile çizimler yapıp, hikâye anlatıldı ve ilginç bir özelliği ortaya çıkmış oldu böylece. Hatta Ebru’yu dans ve müzik ile de birleştirdik. Büyük bir sahnede Ebru’lar yapılıyor ve onun önünde dans ediliyor, müzik var. Bu Ebru’ya kattığımız en son yenilik oldu.

Diyebilir miyiz ki “Resim sadece tuvale yapılır”?

Ebru’yu, resim, heykel ve mimari gibi bir sanat dalı olarak düşünün; biz diyebilir miyiz ki “Resim sadece tuvale yapılır, başka hiçbir şeye yapılmaz”, “Heykel sadece mermerden yapılır, başka şeyle yapılmaz”? Diyemeyiz. Ebru için de aynı şeyi söylüyoruz. Ebru sadece kağıt sanatı olarak geldi ama doğru malzeme, doğru boyama ve doğru yöntemi kullanırsak; Ebru’yu her şeye uygulayabiliriz. Mumun üzerine bile uyguladık biz Ebru’yu.

O.A.: Bu sanatı desen ve renk özellikleri açısından değerlendirmek gerekirse, neler söylenebilir?
H.B.: Buna hiç girmeyin bence, çok kapsamlı bir konu ama şöyle bir şey var; geleneksel Ebru’da –biz hâlâ yaşatıyoruz onu, işin alfabesi olarak- kullandığımız boyar maddeler, doğal maddeler. Yani ‘metal oksitler’. Bu ne demek? ‘Metallerin pasları’. Demir’in pası, Krom’un pası, Kobalt’ın pası, Alüminyum’un pası; bunların hepsi farklı birer renktir. Bir araya geldiklerinde de, tabiatta görmeye alıştığımız bir armoni içindeler. Bunun için Ebru’da renk seçimine dikkat etmiyoruz; hepsi bir şekilde birbirine uyuyor. Ama sentetik boyalar kullandığımız zaman –bazen modern Ebru’larda kullanıyoruz- iki kere düşünmek lazım; hangi yeşille hangi turuncu beraber olacak, hangi mor hangi yeşilin yanında güzel olur.

Kas dokusu da kan dokusu da ‘Ebru’lu

Şekil, desen olarak da Ebru’da zaten bir sonsuzluk var ve bu sonsuzluk, tabiatta var olan bir görüntü. Bazen mikro, bazen makro kozmostaki bir sonsuzluğun görüntüleri... Tıp doktorların kullandığı Histoloji Atlası diye bir kitapları var mesela ve bunlar hep mikroskobik görüntüler. Kas dokusu, kan dokusu, deri dokusu, böbrek dokusu v.s. her neyse; baktığınızda Ebru desenlerine o kadar çok benziyor ki... Çok şaşırtıcı benzerlikler bunlar. Biz bilmiyoruz ama belki de yaratılmadan evvel bunları görmüştük. Ebru’nun bir ilginçliği de buradan geliyor.

O.A.: Klasik Ebru desenlerinin adları neler? En çok hangileri ilgi görüyor?
H.B.: Geleneksel olarak bilinen bazı Ebru deseni türleri; Battal, Gel-git, Taraklı, Bülbülyuvası, Hafif, Somaki, Kumlu-kılçıklı,Çiçek Ebrusu, Hatip Ebrusu, Necmeddin Ebrusu (kendisi mütevazi davranıyor ama belki buraya kendi buluşu olan ‘Barut Ebrusu’nu da eklemek lazım).

Battal Ebru, suya atılan boyaların olduğu gibi kağıda alınması ile oluşuyor. Batıdaki adı ise “Türk Taşı”. Gel-git Ebru, Battal Ebru’nun bir ‘Biz’ yardımı ile yukarıdan aşağı veya sağdan sola doğru çizilmesi ile elde ediliyor ve tüy görünümünde. Taraklı Ebru; Battal veya Gel-git yapılan desenin taraklar yardımı ile çizilmesiyle oluşuyor. Bülbülyuvası, yukarıda bahsi geçen herhangi bir Ebru desenine yine bir Biz yardımı ile sarmal biçimler verilmesi ile elde ediliyor. Hafif Ebru, herhangi bir desen türünün, çok açık, soluk renklerle yapılmasına deniyor ve genellikle yazı zeminlerinde kullanılıyor. Somaki Ebru; mermer ve özellikle de granit görünümünde. Kumlu-kılçıklı Ebru, teknedeki kitreli su bitmeye yakın kirlenip, boyalar da kumlu bir görünüm aldığı için oluşuyor. Bitkisel esaslı boyarmadde Lahor çividi ile de aynı görüntü sağlanabiliyor.

Hatip Ebrusu; kitreli suda hafif bir desen elde ettikten sonra, iç içe damlatılan birkaç renkten oluşan daireler bir tel ile sağa-sola, yukarı-aşağı çekilerek biçimlendiriliyor ve bu deseni Ayasofya Camii hatibi Mehmet Efendi’nin bulduğu sanılıyor. Çiçekli Ebru, genellikle hafif bir Ebru zemin üzerine, Hatip Ebrusunda olduğu gibi boya damlatılarak lale, karanfil, menekşe, sümbül, gelincik, gül gibi çiçek görünümleri verilmesiyle oluşuyor. Çiçek Ebrusu’na, ilk kez ünlü hat ve Ebru ustası Necmeddin Okyay yaptığı için “Necmeddin Ebrusu” da deniliyor.

O.A.: Ebru Sanatı’nın en çok sevildiği ülkeler hangileri? Ebru sanatında isim yapan yabancılar da var mı?
H.B.: Yakın zamana kadar Ebru’ya karşı en büyük ilgiyi Amerika Birleşik Devletleri’nde gördüm. Ancak son yıllarda Türkiye’de bu konuda son derece olumlu gelişmeler var ve kendi öz sanatımızın en iyi icra edildiği ülke haline geldik. Ebru sanatının içinde derin bir felsefe vardır. Buna vakıf olan, kimsenin yaptığı eserler de farklı oluyor tabi.

"Bizim, Ebru’da bir inceliğimiz var"

Bizim, Ebru’da bir inceliğimiz var. Çiçek yapıyoruz mesela ama Avrupa yapamıyor. Zemin Ebruları ve ciltçiler için renkli kâğıt üretiyorlar. Çok güzellerini yaptılar ama çiçek yapamıyorlar. Birçok kere ders verdim, olmadı. İşin inceliğine inebilmesi için, gönülden gelen bir enerjinin olması lazım ki güzel işler yaratabilsin. O manevi enerji, destek şart. Zanaatkârın işine baktığınız zaman da bunu anlıyorsunuz zaten. Avrupa’da ciltçiler bu sanatı çok benimsemişler, yaşatmışlar ve bu anlamda çok ciddi kitaplar yazılmış. Ama bugün durum bambaşka boyutlara ulaştı. Ebru bir soyut sanat anlayışıyla değerlendirilmeye başlandı. Çerçevelenip duvarlara asılmaya başlandı. Resim sanatıyla birleşti. Bununla bağlantılı olarak şunu söylemek isterim; “Uluslararası olmak için ulusal olmak lazım”.

1992 yılında Amerika’da bir Ebru kongresi oldu. Kongreye katılan 300 kişiden, 250’si Amerikalı idi. Bu kişilerin hepsi ciltçi, hattat ve yalnızca Ebru ile uğraşanlardı. Türkiye’den sadece ben vardım o kongrede. Daha sonra 1997 yılında, İstanbul’da bir kongre düzenledik. Orada da yurtdışından 80 kadar kişi vardı. 40’ı Amerika’dan, diğerleri de Avrupa ülkelerinden, Hawaii’den de 2 sanatçı geldi. Dersiniz ki Hawaii neresi, İstanbul neresi? Kalktılar, geldiler. Bütün dünya bu sanatı yaşatıyor. İlk gittiği zaman Türk kâğıdı diye anılıyordu. Yüzlerce yıl bu isimle anıldı. Sonra Mermer Kâğıt oldu. ‘Marbling’ deniyor Ebru’ya. O da çok eski bir sanat ama Ebru ile karıştırmayalım.

Bu konuda bir hatıram var. Danimarka’da Kraliyet Kütüphanesi beni Ebru dersi vermek üzere davet etmişti. Kütüphanenin farklı bölümlerini, arşivleri, cilt yapılan yerleri gezdiriyorlardı. Orada büyükçe bir oda gösterdiler. 1840, 1850, 1860’lı yıllara ait ve dönem dönem kitaplarda kullandıkları Ebrulardan deste deste saklamışlar. İleride bu kitap tamir için gelirse aynı kâğıdı kullanmak, o kitabın orijinalitesini korumak için. İleri görüşlülüğe bakın...

DÖNDÜÜÜM!! I'M BACK !! =))

Merhaba sevgili az ve tarz'cılar,

Sevgili arkadaşlarım, burada tanıştığımız takipçilerim ve yeni takipçi adaylarım,kısacası beni yalnız bırakmayan herkes... Her birinize tek tek, kocamaan ve mutlu bir merhaba =)

Öncelikle bu kadar uzuuuun bir ara vermiş olduğum için çok özür diler ve bu içten özrümü kabul etmenizi umarım; tembellikten başka hiçbir mazeretim yok maalesef :(... Amaaaa iyi haber şu ki; tekrar bu kadar tembelleşmeye de hiç niyetim yok. Bu kez çok daha kararlı bir şekilde yazmaya devam edeceğim. Allah izin verirse tabii ki :).

İlk kez burada yayınlayacak olduğum yeni yazıların dışında, ara ara Creativ Dergim için dört yıldan bu yana yazmış olduğum yazılardan veya röportajlardan seçmeler de ekleyeceğim. Hayır hayııır... Kolaya kaçmak için değil; o yazılar da benim birer parçam olduğu, keyifli yazılar olduklarını düşündüğüm (umarım sizler de öyle düşünürsünüz) ve işe-güce, günlük dertlere ara vermek istediğinizde ziyaret ettiğiniz keyifli duraklardan biri, mümkünse en sevileni olabilmek için.

'Sevileni' demişken, bu konuda da yazmak istediğim şeyler var elbette ... Eğer beni ve yazılarımı sevmeye, desteklemeye devam ederseniz; kim bilir belki bir gün yüz yüze görüşüp konuşabileceğimiz, iyi veya zor zamanları paylaşabileceğimiz bir aileye dönüşebiliriz. Neden olmasın? Her şey önce hayal etmekle başlamıyor mu?...

Biz de başlayalım öyşeyse. Haydi hayırlısıı :)...